Avrupa’da “Köylü Savaşları”: Köylü Direnişlerini Nasıl Ele Almalıyız?

Koylu savaslari

Köylü isyanları, Avrupa Ortaçağının en karakteristik özelliklerinden bir tanesidir. Fransa’da 1358’de Jacquerie, İngiltere’de 1381 Köylü İsyanı, Bohemya’da 1420’lerdeki Hussit ve Taborit isyanları, Almanya’nın 1525 Köylü Savaşları… Liste devam eder. Marksist tarihçi Charles Tilly, bu isyanların modern isyanlara göre çok daha ilerlemeci, eşitlikçi ve özgürlükçü olduğunu ileri sürer. Aynı biçimde Engels de 1525 Alman Köylü Devrimi’ni ele aldığı yapıtında, 16. yüzyılın köylü savaşlarının, köylülerin maddi çıkarlarını savunduğu sınıf savaşları olduğunu söyler. Ona göre, “bu sınıf mücadelelerinin o dönemde dinsel işaretler taşıması, tek tek sınıfların çıkarlarının, ihtiyaçlarının ve taleplerinin dinsel bir örtünün altında gizlenmesi, işin özünü hiçbir şekilde değiştirmez ve dönemin koşullarıyla kolayca açıklanabilir”.

Ortaçağ sonrasında ise köylü isyanları Aydınlanma döneminin ilerleme paradigmasına karşı “gerici” bir karakter kazanır. 1793’te sona eren büyük Vendee isyanı, yirminci yüzyıla kadar devam eden İspanyol ayaklanmaları, Rus Devrimi sırasında ortaya çıkan köylü hareketleri, Louis Napolyon’un 1851 darbesine karşı Fransa’nın kırsal bölgelerinde ayaklanmalar… Bunların hemen tamamı o zamanın temel paradigması olan “ilerlemeye” (aslında sanayileşmeye) ve sanayileşmenin getirdiği kentlerin kır aleyhine büyümesine karşı direnişler olarak da değerlendirilebilir. Ek olarak, (bağlamı gereği olarak Rus köylü ayaklanmaları dışında) bu direnişler çoğunlukla burjuva karşıtı, anti-kapitalist, devlet düşmanı, toplulukları cemaat olarak seferber eden, liderlik için soylulara, rahiplere ve profesyonellere güvenen bir yapıya sahiptir. Bu direnişler Avrupa ile sınırlı kalmamış, Avrupa’da sönümlendikten hemen sonra Asya ve Latin Amerika’ya da yayılmıştır. Ulus devletin ve pazarın inşası ile burjuvazinin toprakları çitlemesi, köylü çıkarlarıyla kentli burjuvazinin ve onu temsil eden devletin çıkarlarını sürekli olarak karşı karşıya getirir.

Ancak elbette köylü isyanlarının hepsini aynı torbaya koyamayız. Kırsal tarih alanında yapılan son araştırmalardan çıkan en önemli derslerden biri, isyana yol açan şikayetlerin hem somut hem de değişken olduğudur. 1950’lerden itibaren yapılan çalışmalar, bu isyanların yerleşik hakların farklı biçimlerde ihlallerine verilen genel bir tepki modelini ortaya çıkarmıştır. Yine de bu esnek çerçeve içinde kalarak iddia edebiliriz ki, Avrupa’da ve dünyanın geri kalanında, yeni ve yoğunlaştırılmış vergilendirme, bireysel isyanlardan daha büyük ölçekte kırsal isyanları tetikleyen en önemli unsur olmuştur. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi dediğimiz 1923-1945 arasında da ulus-devlet inşası ilksel sermaye birikim aracı olan ağır vergilerle mümkün hale gelmiş ve bu durum, ülkenin pek çok yerinde irili ufaklı köylü isyanlarına sebep olmuştur.

Tilly’nin dediği gibi; vergi isyanlarının öğreteceği önemli bir ders vardır. Yüzeyde, sefalete karşı doğrudan, karmaşık olmayan tepkiler gibi görünürler. Yeni vergilerin bardağı taşıran son damla olduğu düşünülebilir. Ancak daha yakından incelendiğinde, isyanların mevcut yerel hakları ihlal eden ve kırsal toplumun değerli faaliyetlerini sürdürme kabiliyetini tehdit eden vergilere odaklandığı ortaya çıkmaktadır.

Bugün Avrupa’da ortaya çıkan yeni köylü ayaklanmalarının nedenini de tarımda ortaya çıkan yapısal dönüşümün kırsal faaliyetleri sürdürmeyi zorlaştırmasında aramalıyız.

“Patates çuvalından” öfke nöbetine

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da “kırsal yaşamın yalıtılmışlığından”tan bahsederler. Bu tabir, çoğunlukla köylülüğün aptallığı olarak yorumlanır ve köylülerin bir “patates çuvalının içindeki patatesler” gibi, ortak özellikleri sadece konuldukları çuval olan, benzemezlikleri dolayısıyla birlikte harekete de geçemeyecek olan bir kütle oldukları sonucu çıkartılır. Oysa Komünist Manifesto’da (ve burada ayrıntısına giremeyeceğim diğer metinlerde de) vurgulanan, kentlerin kırları yalıtık bırakmasıdır ve sanayileşmenin bu özelliği ile bu özelliğin köylüleri yalıtık topluluklar olarak şekillendirmesi konusundaki tespitleri kesinlikle bugün halen doğrudur.

Ancak, yine Engels’in Alman Köylü Savaşları’nda yaptığı gibi, mevcut köylü direnişlerini anlamak için onların tarihsel-toplumsal arkaplanına, direnişlerin hangi deneyim birikimlerine yaslandığına, hangi ekonomi-politik kararlar sonucunda nasıl bir düzende ortaya çıktığına bakmamız gerekir.

Burada artık neoliberalizmin tarım alanında yarattığı büyük tahribata odaklanabiliriz: Günümüzde dünya ölçeğinde uygulanan tarım programları küçük ve orta ölçekli işletmeleri tasfiye ediyor; onların yerine çokuluslu tarım-gıda şirketleri tarafından dayatılan endüstriyel tarım ve sözleşmeli üreticilik modelini öne çıkarıyor. Böylelikle hem çokuluslu şirketler tarafından üretilen/pazarlanan tohum, ilaç ve gübre gibi tarım girdilerine pazar yaratılıyor; hem de tarımda tekellerin hakimiyeti güçlendiriliyor. Biyoçeşitlilik kaybını hızlandıran bu uygulamalar, küçük ve orta büyüklükteki köylü işletmeleri için de gıda egemenliğinin ellerinden alınması sonucunu doğuruyor. Köylünün istediği tohumu -ve hatta ürün türünü- ekemediği, çoğunlukla ürün kotalarını dayatan bir durumla karşı karşıyayız. Aynı zamanda tarımda endüstriyel çiftçiliğin büyümesi ve girdi süreçlerindeki tekelleşme, girdi maliyetlerini artırıyor, hatta katlanılamaz kılıyor.

Avrupa Birliği tarafından uygulanan Kırsal Kalkınma Politikası bir Ortak Tarım Politikasına dayanıyor. Bu Politika’nın üç sac ayağı var:

1. Tarımda rekabetçiliğin teşvik edilmesi,

2. Doğal kaynakların ve iklim değişikliği ile mücadelenin sürdürülebilir yönetiminin sağlanması,

3. İstihdam yaratmak ve muhafaza etmek dâhil olmak üzere kırsal ekonomi ve toplulukların dengeli bir şekilde kalkınması.

Rekabete dayalı bir kırsal kalkınma bakış açısı, temel olarak küçük-orta boy çiftçilerin proleterleşmesini hızlandırıyor. Zira tarım, “doğası gereği” iklim koşullarına birebir bağlı, öngörülemez bir alan. Topraktan bir sene aldığınız verimi diğer sene alabileceğinize dair hiçbir garanti yok. Bu riski azaltmak için ortaya atılan kimyasal gübre, böcek ve “zararlı bitki” öldürücüler gibi çözümler ise hem gıda kalitesinin düşmesine hem de iklim krizinin derinleşmesine neden oluyor. Dünyada sera gazı emisyonlarının üçte biri tarımsal üretimden kaynaklanıyor. Bu girdaba bir kez girildiğinde ekolojik krizinin yarattığı aşırı iklim olayları ve su kaynaklarının kısıtlanması başta olmak üzere, çeşitli nedenler ürünlerin de miktar olarak azalmasını beraberinde getiriyor. Yani riski önlemek için geliştirilmiş rekabete dayalı kırsal kalkınma bakış açısı, felaketi kaçınılmaz kılıyor.

Mazot fiyatlarındaki yükseliş, tarımsal girdi maliyetlerini artıran en önemli etmenlerden bir tanesi. Our World in Data’dan oluşturulan aşağıdaki tabloda, petrol fiyatlarının 1973 Petrol Krizi dönemi ile karşılaştırmasını yapabilirsiniz. Bu tabloda özellikle 2022 yılındaki çok hızlı artışın aynı 2008 ekonomik krizindekine benzer bir eğilim taşıdığına dikkat çekmek isterim:

ece koylu

Bütün bu resme, özellikle Almanya ve Polonya’daki çiftçilerin savaş halindeki Ukrayna’dan kontrolsüzce ucuz tarım ürün sokulmasının pazarda yarattığı fiyat düşürücü etkiye isyan etmesini ekleyebiliriz.

Almanya’da tarım araçları için araç vergisi muafiyetinin iptali ve tarımda kullanılan dizel yakıtlar için sağlanan sübvansiyonun geri çekilmesi, 2023 yılında eylemleri başlatan temel itki olmuştu. İlk eylemlerde başarılı oldular ve vergi muafiyeti korundu. Ancak zaten artmış olan enerji maliyetleri ve gıda perakendecisi şirketlerin fiyat baskısı ve iklim değişikliği önlemleri kaynaklı alınması planlanan yeni vergiler, Alman köylülerini harekete geçirdi. Burada, Almanya’da küçük, orta ve büyük işletme sahiplerinin tamamının harekete katıldığını vurgulamak gerekir.

Fransa’daki köylüler de düşük gelir, (çoğunluğu iklimle ilgili) yeni düzenlemeler ve yurtdışından “adil olmayan” rekabet nedeniyle rahatsız. Ancak Şubat ayı itibariyle hükümet uzlaşmacı bir tutum takındı ve Çiftçi Konfederasyonu eylemleri “askıya aldığını” açıkladı. Attal’ın açıkladığı paket, bazı pestisitleri içeren ürünlerin ihracatının yasaklanması, yeni hibe ve destek fonları, çiftçilere adil ödeme yapmayan gıda şirketlerine yeni cezalar, MErcosur serbest ticaret anlaşmasının imzalanmaması gibi çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor ve köylü hareketi açısından önemli bir başarı sayılmalı.

Belçika’da çiftçiler Dutch/Belçika sınırını traktörleriyle kapadılar. Aynı şekilde İspanya, İtalya, Hollanda ve Polonya’da da sayısız eylem gerçekleşti. Hepsinin ortak noktasının düşük ürün fiyatları, artan maliyetler, ucuz ithalat ve AB’nin iklim değişikliğiyle mücadele çabalarının getirdiği kısıtlamalara duyulan öfke olduğunu söyleyebiliriz.

Görüldüğü gibi, kırsal topluluklar için güncel ve yakıcı sorun, yine iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması için AB çapında alınmaya çalışılan önlemlerdir. 2019’da yayınlanan “Çiftlikten Çatala Stratejisi” ile, 2030 yılına kadar tarımda kimyasal gübre ve pestisit kullanımının en az yüzde 50 oranında, gübre kullanımının ise yüzde 20 oranında düşürülmesi hedefleniyor. Sorun şu ki, rekabete dayalı bir ortamda verimliliği artıran bu unsurların kullanımının azaltılması ve gelir kaybını ikame etmek üzere kullanılabilecek olan sübvansiyon ve desteklerin de eş zamanlı olarak azaltılması, küçük ve orta çiftçilerin ölüm fermanı anlamına geliyor. Özellikle hayatta kalmanın maliyetlerinin de arttığı bir ortamda, gelirin azalması ve giderin artması denklemi, çiftçileri protestoya götüren en temel nokta.

Traktör üzerindekiler aşırı sağın yeni ordusu mu?

Fransa, Belçika, İspanya, İtalya, Almanya, Polonya ve Yunanistan başta olmak üzere, son birkaç aydır çiftçilerin yol kapatma da dahil olmak üzere radikal eylemlerini izliyoruz. Fransız Çiftçiler Sendikası (Confédération Paysanne) temsilcisi Ody, yukarıda aktarmaya çalıştığım çerçeveyi şöyle özetliyor: “Avrupa kıtasındaki çiftçiler zaten düşen gelirler, yüksek maliyetler ve ucuz ithalattan kaynaklanan rekabetin getirdiği kötü koşullardan muzdaripti. Ancak şimdi, AB’nin yakın zamanda açıkladığı karbon vergisi gibi daha katı yeşil politikalar işleri daha da kötüleştirmekle tehdit ediyor.

Protestolar sürerken, en dikkat çekici olgulardan bir tanesi, Avrupa’da eş zamanlı olarak aşırı sağın yükselişi oldu. Bunun nedenlerinden bir tanesi (ve belki de en önemlisinin), köylü hareketinin serbest ticaret anlaşmaları ile ülkeye ucuz ürün girmesini önlemek için korumacı politikalara geri dönülmesi söylemiyle, Almanya’da AfD’nin “Germany First” yaklaşımının örtüşmesi olduğunu düşünüyorum.

Aynı zamanda yine Almanya’da çiftçilerin yoksullaşmasının nedenlerinden biri olarak göçmenler ve dış yardımları gördüğünü şu sözlerden anlayabiliyoruz: “There is money for people all over the world but not for our own people (Dünyanın her yerindeki insanlar için para var ama kendi insanlarımız için yok!).”

Burada en paradoksal olan sonuçlardan bir tanesi, yeşil boyamadan öteye geçmese de iklim değişikliğine karşı mücadelenin bedelinin yine yoksullara ödetilmesi ve “ilerici” bir söylem olarak “mahkum edilen” bu yaklaşımın karşısında bu anlamda bir gericilik doğurmuş olmasıdır.

Peki ne yapmalı?

Maalesef hazır bir reçetemiz yok. Ancak her şeyden önce tarımsal girdi maliyetlerinin yükselmesinin genel olarak gıdaya erişimi güçleştirdiğinin altını çizerek başlayalım. Bu açıdan bakıldığında proletarya ve en genel olarak ezilenler, köylü hareketlerinin yanında durmak zorundadır.

Ancak bu noktada, Avrupa çapında ayağa kalkan tüm bu kitlenin tamamının küçük-orta boy çiftçiler olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin Almanya’da olduğu gibi, artan maliyetleri indirmek konusunda büyük çiftlik sahiplerinin de protestolara katıldığını görüyoruz. Bunun her ülke için ayrı ayrı incelenmesi gerekir.

Köylülerin ortaya attığı taleplerin tamamını desteklememiz de söz konusu olamaz. Ancak, temiz ve iyi gıdanın tüm toplum için kritik olduğu gerçeğinden hareketle, sübvansiyonların devam etmesi, büyük çiftliklere ve adil olmayan rekabete karşı küçük ve orta boy çiftçilerin korunması gerektiğini her platformda dile getirmeliyiz.

Köylüleri, “aşırı sağın yedek gücü” olarak etiketleyip bir kenara da atamayız ya da bu hareketin sağa doğru itilmesine neden olacak şekilde düşmanlaştıramayız.

Diğer taraftan, ister sosyalizm, ister kapitalizm, hangi üretim tarzı egemen olursa olsun, yukarıda anlattığım nedenlerle ekolojik krizin etkilerini azaltmaya yönelik politikaların tarım alanını kapsaması kaçınılmazdır. Fakat bugün AB’nin sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı adı altında uyguladığı politikalar ekolojik krizin etkilerini azaltmak için ortaya atılmış yapay ve en yoksul kesimleri daha da yoksullaştıran uygulamalardır. Bu ikiyüzlü yaklaşımı teşhir etmek de bizim görevimizdir.

Bu yaklaşımın bir boyutu da tarımda “yeşil dönüşüm”e eşlik eden “tarımsal teknolojik dönüşüm” çağıdır. Tarımdaki yeşil dijital uygulamaların ne ekolojik krizin etkilerini azalttığına, ne de verimi artırıp riskleri azalttığına dair herhangi bir veri yok. Ama tarım teknolojilerine yatırım yapan şirketlerin zenginleştiğini, bu pahalı teknolojilerin yine endüstriyel tarımı desteklediğini biliyoruz.

Küçük ve orta büyüklükte aile işletmelerine dayalı köylülük, bir yaşam mücadelesi veriyor. Bu mücadeleyi (üstelik ekolojik krizin baş sorumlularından biri olan) endüstriyel tarım merkezli rekabetçi politikalarla değil, sadece dayanışma kültürünü yeniden öne çıkararak destekleyebiliriz.

Engels’in dediği gibi köylülük, “şimdiki çıkarlarını değil gelecekteki çıkarlarını savunmaya başlayıp”, “proletaryanın bakış açısına geçmek üzere kendi konumlarını terk ettiklerinde” ekolojik, demokratik bir merkezi planlamaya dayalı bir toplum şimdi olduğundan daha olası hale gelecektir.

*

Bu yazının İngilizce versiyonu 6 Şubat 2024 tarihinde Internationalist Standpoint dergisinde yayınlanmıştır. Ayrıca Praksis Güncel sitesinde yayınlanmıştır.